ozdemir-fm
  Haberler
 
DEĞERLİ OKURLARIM BUGÜNE KADAR HABERLERİ FORUMDA YAYINLIYORDUK FAKAT FORUMLARDAKİ HABERLERİMİZİ YİNE DEVAM ETTİRECEĞİZ AMA BU BÖLÜMDEN HABER YAYINIMIZ DEVAM EDECEKTİR OKURLARIMIZA DUYRULUR

Kadınlar katilleri sever tarih 08.10.2010, 15:03 (UTC)
 Kurban-katil ilişkisini eğlenceli aşkı merkeze alarak anlatan ‘Sevgili Hedefim’ klişeler üzerine kurulu olsa da haftanın en iyilerinden biri

Kadınlar katilleri sever! Yanlış değil tecrübeyle sabittir bu... Kadınların nedense katillere büyük bir zaafı vardır. Bunun psikolojik ve sosyolojik birçok açıklaması elbette var ama daha somut örneklerden gitmek daha eğlenceli. Charles Manson, Ted Bundy, Henry Lee Lucas ve hatta bizim nevi şahsına münhasır seri katillerimizin bile hapishanede kadınlardan aldıkları gayet müstehcen ve aşk dolu mektuplar bunun bir kanıtı değildir de nedir? Gerçeği bir tarafa bırakırsak katiline âşık olan çok fazla kadın görmedik mi beyazperdenin klişelerden kurulu büyülü dünyasında. Hatta katil-kurban ilişkisi kısa bir zaman sonra romantik komedinin ana malzemelerinden biri olmayı da başardı. İşte bugün vizyona giren Sevgili Hedefim / Wild Target bu klişe üzerine kurulan, benzerlerinden pek de öteye gidemeyen, yine de eğlenceli bir komedi...

Jonathan Lynn'ın yönettiği filmde Bill Nighy, Emily Blunt, Rupert Grint, Eileen Atkins, Martin Freeman rol alıyor ve film İngiliz adab-ı muaşeretiyle eğlenirken bazı baba mesleklerinin çocukların yaşamlarında neler değiştirdiğinin altını da çiziyor.

Filmin İngiliz'i Victor Maynard orta yaşını biraz geçmeye başlamış ve büyükbabasından, babasına geçen en son da kendisine intikal eden kiralık katillik mesleğini sürdürür. Müessesenin arananlarından biridir ve o zaten öldürmek için doğmuştur. Aldığı işi her zaman layıkıyla yapmayı kendine prensip edinmiştir. Hatta öldürmek ve ardından da kaybolmak konusunda o kadar beceriklidir ki, meslektaşları bile onun kim olduğunu bilmez, müşterileri ise sadece öldürülmesi gerekenin fotoğrafıyla birlikte bilgilerini verirler, ama işi kime verdiklerinin farkında değillerdir. Yani onun katil olduğunu, en az onun kadar katil olan annesi dışında kimse anlamaz. Katil olması dışında hiçbir ahlaksal zayıflığı ya da aşırılığı olmayan bu adamın başına hiç beklemediği bir şey gelir ve ilk defa öldüreceği insanla ilişki kurmak zorunda kalır, neticesinde de ansızın ona âşık olur.

Aşık olduğu kadın ise amatör gibi görünen profesyonel ve o kadar da sakil bir dolandırıcıdır. İşinin inceliklerini bilmez. Maynard tek başına bir sokakta yürürken bile dikkat çekmemeyi başarır, Rose ise her yerde "ben buradayım diye bağırmaktadır" ve kader bu ikisini bir şekilde biraraya getirdikten sonra onlarla eğlenmeye başlar.

Beklenen ölümün gerçekleşmemesinin ardından başka katiller ve başka dolandırıcılar işin içine girer. Ortaya da sıkıntısız geçen bir doksan dakika çıkar... Benzer filmlerde olduğu gibi bu da zırt pırt aşkın yüceliğini vurgulasa da, katı kurallarla yaşayan bir adamın aşk karşısında kaldığı çaresizliği vurgulaması bakımından keyifli bir yapım...

ferhatuludere@gmail.com

KAYNAK:TARAF
 


Sana ne, devlete ne, kime ne tarih 08.10.2010, 15:02 (UTC)
 Üniversitelerde faşizan türban yasağı uygulamaları başladığında, o dönemde adı SİP olan bugünkü TKP, İşçi Partisi çevresi ve birkaç yapı daha, üniversite idarelerinin yasakçı zihniyetine ortak oldular. Hatta bu yasağın uygulanması için taşlı sopalı kavgalara girmekten ve muhbirlik faaliyeti yürütmekten bile geri durmadılar.

Benim de içerisinde olduğum diğer bazı sol gruplarsa, İslamcıların mücadelesine aktif destek vermeseler de bu yasağı tasvip etmemekle yetindiler.

Hizmet alan-veren mantığı ekseninde, hizmet alan konumundaki öğrencilerin üniversiteye alınmamasının bir insan hakları ihlali olduğunu savunuyorduk. O yıllarda bu tavrın sol içerisinde oldukça marjinal kaldığını ve tepkiyle karşılandığını anımsatmama gerek yok sanırım.

Hizmet alan-veren ayrımı bize, muhafazakâr yaşam tarzının yaygınlaşmasına hizmet ettiğimiz yönündeki eleştirileri savuşturma konforu sağlıyordu.

İlerleyen yıllarda bu hizmet alan-veren kavramının, devlet tarafından pozitivist bir zihniyetle şekillendirilmiş modernist bir normallik tanımını kabul etmek anlamına geldiğini düşünmeye başladım. “Kısmi özgürlükçü” yaklaşımımdaki otoriter tınıyı keşfettim.

Bu tavrımın, kendimi Marksist olarak tanımlasam da devlet konusunda anarşizme varan yaklaşımlarımla çeliştiğini fark ettim.

Bugün dönüp baktığımda sözkonusu tutumumun son derce ikiyüzlü ve dahası baskıcı devlet aygıtının varlığını ve işleyişini onaylayıcı bir karakteri olduğunu daha açık görüyorum.

Zira böyle davranarak, ürkekçe de olsa, yasakçı yasalarını kafamıza vurup “uy ya da öl” diyenlerle, tüm “tukaka” kesimler gibi tesettürlüleri de yok sayan faşistlerle saf tuttuğumuzun ayırdına varamamışız.

Bugün de kadının gündelik hayatını zorlaştıran dinî, ahlaki ya da politik nedenlerden kaynaklanan ve yalnızca bir gruba-cinsiyete özgü olan örtünme gibi pratikleri, özellikle kadınının kamusal alanda tecridini meşrulaştıran araçlar olarak gördüğüm için tasvip etmiyorum. Ama bunun doğru olduğunu düşünen ve böyle yaşamaya karar veren insanların bu özgürlüklerinin, zaman ve mekân sınırlaması olmaksızın, devletin müdahale alanı dışında kalması gerektiğini düşünüyorum.

Tıpkı cinsiyet değiştiren insanların tercihlerini özgürce yaşamaları gerektiği iddiamı hizmet aldıkları süreyle sınırlandırmadığım, bu temel haklarını, yaşamlarını sürdürmek için çalışırken, yani hizmet verirken de kullanmaları gerektiğini savunduğum gibi...

Türkçesi, sana ne, devlete ne, kime ne?

Başka yolu da yok dostlar.

Öyle ya, türbanlı bir öğrencinin hukuk fakültesinde okurken örtünme hakkını kullanabileceğini ancak mezun olup da hâkim ya da avukat olduğunda bu özgürlüğünden mahrum kalması gerektiğini savunmanın özgürlükçülükle ne alakası olabilir Allah aşkına?

Ne yapacak bu insan? Çalışmayacak mı? Karnını doyurmayacak mı? Hayata katılmayacak mı?

“Biz ona başından sonunu söyledik” ya da “Türkiye’nin reel politik koşulları bunu kaldırmaz” gibi gerekçelerin faşistler ve ulusalcılar için bir anlamı olabilir ancak; asla ve asla özgürlükçü solcular için değil

Mevzu saptırılmaya çok müsait farkındayım, ama özgürlükçülüğün pazara kadarı olmaz. Özgür bir ülke ve dünya istiyorsak, yasaklardan yasak beğenmeyi bırakıp topyekûn bir karşı duruş sergilemek zorundayız. Hatta işi bir adım daha ileri götürüp türbanlı arkadaşlarımızla birlikte eylemlerde, etkinliklerde yan yana gelmeliyiz.

Ben şahsım adına üzerime düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyorum. Geçen aylarda İstanbul milletvekilimiz Ufuk Uras ile birlikte, ikna odası mağduru türbanlı öğrencilerle Meclis’te yaptığımız basın açıklaması bunun güzel bir örneğiydi.

Her özgürlükçü solcuyu da, bu ezilen kardeşlerimizden esirgediğimiz hakkaniyetin kefaretini ödemeye çağırıyorum. Bugün bize düşen, anadilde eğitimi savunurken, zorunlu din dersi uygulamasına karşı çıkarken, homofobik uygulamaları eleştirirken, yalnızca hizmet alanların değil, hizmet verenlerin de dinî tercihlerine uygun yaşayabilmelerini savunmaktır.

Gönlünüz rahat olsun; dünyanın her yerinde, özgürlükleri savunmak solun işidir. Kendine demokrat cahil felaket tellallarının “İran oluruz, Tudeh’in başına gelenleri unutmayın” martavallarına aldırmayın. Onlar bilmezler ama siz unutmayın ve yeri geldiğinde de hatırlatın:

İran, solcular şahla birlikte yasakları savunmadıkları için değil, İslamcılarla birlikte yasakları savundukları için, pragmatist bir işbirliği yaptıkları için İran oldu.


melihaltinok@gmail.com

KAYNAK:TARAF
 


Sivil direniş rehberi tarih 08.10.2010, 14:59 (UTC)
 OKUL kapısına başörtülü ve mümkünse başörtüsüz arkadaşlarınızla beraber gelin. Güvenlik görevlisi sizi durdurursa mevzuata göre okula girmekten alıkoymak gibi bir hakkı olmadığını hatırlatın

YÖK’ün başörtülü öğrencilerin dersten çıkarılmasını engelleyen emsal kararının ardından birçok hukukçu, yasağın aslında fiili ve keyfi olduğu, hiçbir yasal dayanağının bulunmadığı yönünde açıklamalar yaptı. Hukukçulara göre başörtülü öğrencilerin derslere girebilmesi mümkün. Yazarımız Hilâl Kaplan da başörtülü öğrencilerin, fiili yasağı fiili durum yaratarak delebilmelerinin yollarını anlattı.


Hey Teacher
Bu rehber en başta derdine kendi sahip çıkmadıkça derman bulamayacağının farkında olan başörtülü öğrenciler olmak üzere yasak karşıtı tüm üniversite ahalisi içindir:

Kulağınızda “Hey! Teacher! Leave us kids alone” sesleri, dualarınızı da yanınıza alıp yola çıkın. En önemlisi şapka, peruk ve “Başörtümü çıkaracağım” düşüncesini evde bırakın.

Okul kapısına başörtülü ve mümkünse başörtüsüz arkadaşlarınızla beraber gelin. Güvenlik görevlisi sizi durdurursa mevzuata göre okula girmekten alıkoymak gibi bir hakkı olmadığını hatırlatın. Başörtüsüz arkadaşlarınız varsa bırakın konuşmanın çoğunu onlar yapsın. Sözü fazla uzatmadan beraberce okula girin. Yalnız olmadığınızdan fiziksel müdahalede bulunmaktan çekinecektir. Bulunursa da şahitleriniz hazır zaten. Tutanak tutmaya kalkarsa imza atmayın ve yine güvenlik görevlilerinin tutanak tutmaya hakkı olmadığını belirtin. Kimlik bilgilerinizi isterse vermeyin. Siz onun bilgilerini almayı talep edin, hakkında valiliğe -mevzuata göre güvenlik görevlilerinin asıl amiri valiler olduğundan- şikâyette bulunacağınızı belirtin. Bunların hepsini yaptığınız takdirde gözü korkmayacak bir güvenlik görevlisi olduğunu sanmıyorum.


Net ifadelerle konuşun
Okula girdiniz. Sınıfta yerinizi alırken ortalara bir yere oturun ki sizi uyarmaya kalkan hoca olursa sesiniz bağırma tonunda çıkmasın. Hoca uyarı yaparsa “Eğitim alma hakkımı kullanmak istiyorum hocam” gibi net ifadelerle konuşun. Disiplin yönetmeliğinde kıyafete dair bir madde olmadığından sizin hakkınızda başörtüsü üzerinden bir şikâyette bulunulamaz. O yüzden “Hocam dilerseniz dersten sonra konuşalım” gibi yumuşak ama kararlı bir üslup tutturun. Konuşmanın sertleşmesine izin vermeyin.


Bırak tutsun o tutanağı
Tutanak tutulması gözünüzü korkutmasın. Bilindiği kadarıyla 2002’den sonra başörtülü öğrenci hakkında tutanak üzerinden soruşturma başlatan sadece iki okul oldu. Onlarda da öğrenciler ceza almadı. Farklı düşüncelerden öğrencilerle konuşun. Örgütlenin. Her yönetim birkaç gün süren ve katılımın çok olduğu eylemlerden ürker. Yasak karşıtı öğrencilerin protesto yöntemi olarak başörtüsü takıp okula ve derslere girmeleri etkili bir eylem yöntemidir. Ayrıca diğer öğrencilerin agresif olmayan bir üslupla her yerde “arkadaşıma dokunma” tavrını göstermesi çok önemlidir.

Haklarınızı öğrenin. Hukuki yardım dahil her tür ihtiyacınızla ilgili Mazlum-Der ve AKDer (Tel: 0 312 418 7093 ve 212-5290456) ile Avukat Fatma Benli (fatmanur1@yahoo.com) sizden haber bekliyor.

Yılmayın, sabırla direnin ve unutmayın: Allah, sabredenlerle beraberdir.

KAYNAK:TARAF
 


Bahçeli'den 6 Maddelik Genelge tarih 08.10.2010, 14:43 (UTC)
 MHP parti teşkilatına, Genel Başkan Devlet Bahçeli imzasıyla 6 maddelik genelge gönderildi. Genelgede "Bağda bostanda, bahçede, camide, cemevinde vatandaşla bütünleşin, sorunlarının kararlılıkla çözüleceğini tebliğ edin" dendi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Türkiye'nin her alanda tahribatın yoğunlaştığı, bunalımın yaygınlaştığı ve çatışma riskinin arttığı bir ortamda seçim sürecine girdiğini öne sürdü.

Bahçeli, parti teşkilatına gönderdiği genelgede, geride kalan 10 yılın 8'inde Ak Parti'nin siyasi sorumluluk üstlendiğini ifade ederek, “AKP, kötü, aciz ve aynı zamanda art niyetli bir yönetimin tüm özelliklerini sergilemiştir. Küresel güç merkezlerinin himmetine sığınan, desteğinden medet uman ve bunların istedikleri tavizleri sırf ayakta durmak adına vermekten kaçınmayan ikiyüzlü bir iktidar anlayışıyla bugünlere gelinmiştir” iddiasında bulundu.

Türk milletiyle asırlık hesabı olan bütün çevrelerin “AK Parti'nin yaktığı teslimiyetçi ışığın etrafında toplandığını ve kökü geçmişe uzanan kapanmamış hesaplarını adım adım görmeye başladıklarını” savunan Bahçeli, genelgesinde şunları kaydetti:

“Bu zamana kadar, Başbakan Erdoğan'ın söz ve uygulamalarından Ermeniler memnun kalmış, peşmerge umutlanmış, bölücüler heyecanlanmış, İmralı'daki hain cesaretlenmiştir. Açılım denen yıkım projesi, Türk milletinin kardeşlik duygularını köreltmeye, ortak hayat alanlarını ayırmaya ve dağılmayla son bulacak çok tehlikeli bir sürecin hızla mesafe almasına neden olmuştur. Anadilde eğitim talepleri, etnik kimlik inşasındaki ısrarlar, demokratik özerklik gibi kabul edilemez ve üniter yapıyı parçalayıcı niyetler, iktidarın sessiz ve onaylayıcı tutumundan dolayı azmış ve kontrolü zor bir aşamaya gelmiştir.

Demokrasi, özgürlük ve barış gibi hayati önemdeki kavramlar, AKP'nin elinde eğilmiş, bükülmüş ve içi boşaltılarak her melanetin gerekçesi haline getirilmiştir. Şiddetin hak arama, vahşetin barışı sağlama, sokaklardaki meydan okumanın demokratik mücadele olarak algılandığı ve kavramsallaştırıldığı marazi bir ortam, bu iktidarın aciz, pısırık ve tükenmiş siyasetiyle zirve yapmıştır. Bölücü talepler ve girişimler, yıkım projesinden aldıkları olumlu mesajlarla şımarmışlar, zihinlerindeki kirli hedeflere ve son aşamadaki bağımsız bir devlet yapısına ulaşacaklarına hiç olmadığı kadar inanmışlardır.”

Ak Parti iktidarında milli konuların sıradan ve önemsiz konuma geriletildiğini, özenle sahiplenilmesi ve savunulması gerekenlerin tahrip edilmekten çekinilmediğini iddia eden Bahçeli, “Uluslararası ilişkilerde içine düşülen batak ve verilen tek taraflı ödünler milletimizin geleceğini, haysiyetini ve onurunu zedelemiştir. Ekonomide yaşanılan kriz ve çalkantılar, milletimizi yoksullaştırmış ve işsizliğin dar alanına hapsetmiştir. Hayat pahalılığı artmış, toplumun her kesiminden feryat ve şikayetler yükselmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi ile geçen 8 yılın özü ve özeti bunlardan ibarettir” görüşünü savundu.

Artık Ak Parti ile gidilecek yolun, ulaşılacak hedefin kalmadığını iddia eden Bahçeli, bu çerçevede partilerinin sorumluluğunun daha da arttığını, partisinin iktidar hazırlığı için çalışmalarını başlattığını belirtti.

“YAPILACAK SEÇİMLER TÜRKİYE'NİN SON ŞANSIDIR”

Devlet Bahçeli, partilerinin tek başına iktidar hedefine ulaştırması için tüm teşkilat yöneticileri ile mensuplarının uyacağı konuları şöyle sıraladı:

“MHP, Türkiye'ye hizmet edecek nitelikli, inanmış siyasi ve teknik kadrolarıyla iktidar sorumluluğunu tek başına üstlenmeye hazırdır. Milliyetçi-ülkücü camianın mensupları, gönül verdikleri ve kalpten bağlandıkları Üç Hilal'i tek başına iktidara taşımak için ellerinden geleni yapmak durumundadır. Bu hedef, hepimize kutlu geçmişimizin, acılarımızın, sevinçlerimizin ve Türk tarihinin yüklediği bir görevdir. Bu itibarla gelecek yılki tarihi randevuya tam bir inanmışlıkla hazırlanılacak, hiçbir partiyle koalisyon, pazarlık ve dayanışma gibi konular dillendirilmeyecek ve konusu dahi gündeme getirilmeyecektir. Hedef mutlaka tek başına iktidar olmaktır ve yapılacak olan genel seçimler Türkiye'nin son şansıdır.

Tıpkı referandum öncesinde olduğu gibi, bundan sonra da AKP iktidarının milliyetçi-ülkücüler üzerinden siyaset yapması, oyunlar tezgahlaması kuvvetli ihtimaldir. Önümüzdeki süreçte, yine acılarımızın hatırlatılması, geçmişimizin ve inançlarımızın istismar edilerek partimize gönül veren milyonlar arasına nifak tohumları saçılmasının gündemde olduğu ortadadır. Ancak bunlara karşı şimdiden hazırlıklı olunacaktır. Mahalli düzeyde ve her platformda, dava arkadaşlarımızın AKP'nin yalanlarına ve aldatma taktiklerine itibar etmemesi için tüm önlemler alınacaktır.

İktidar hedefimize ancak milletimizin vereceği izin, sağlayacağı destekle ulaşılacağı açıktır. Vatandaşlarımızın daha huzurlu, daha güvenli ve mutlaka ekonomik olarak daha iyi şartlara sahip olması bizim için vazgeçilmez hedeftir. Her insanımızın başının dik, karnının tok ve geleceğinin onurlu olması tartışmasız amacımızdır. Bunların hayata geçirilmesinden tüm teşkilat yöneticileri ve mensuplarımız sorumludurlar.”

Tüm teşkilat yöneticileri ve mensuplarının, milletvekilliği adaylığı konusunda yaşanabilecek huzursuzluk ve anlaşmazlıklara müsaade etmeyeceğini belirten Bahçeli, seçim stratejisi, seçim beyannamesi ve propaganda yöntemleri üzerinde yürütülen çalışmalar tamamlandıktan sonra, tüm teşkilatın bunları tatbik edeceğini ve bütünlüğü sağlamak açısından uygulamalarında dikkat edeceklerini bildirdi.

“TUZAK VE TAHRİKLERE KARŞI MUTLAKA UYANIK OLUNACAK”

Türkiye'nin her alanda tahribatın yoğunlaştığı, bunalımın yaygınlaştığı ve çatışma riskinin arttığı bir ortamda seçim sürecine girdiğini öne süren Bahçeli, şunları kaydetti:

“Özellikle, hükümetle süren pazarlıklardan sonuç almaması halinde, terör örgütünün eylemlerini artıracağı bir dönem önümüzde durmaktadır. Seçim kampanyası esnasında, bölücülüğün, taraftarlarını ayrıştırmak ve saflarını sıkılaştırmak amacıyla şiddet eylemlerine başvurması güçlü bir ihtimaldir. Her ne sebeple olursa olsun, hiçbir tartışmanın, çatışmanın, kavganın tarafı olunmayacak, herhangi bir kanunsuz eylem karşısında da güvenlik birimlerinin harekete geçmesi için azami özen ve sabır gösterilecektir. Tuzaklara ve tahriklere karşı mutlaka uyanık olunacaktır.”

Bahçeli, 31 Ekimde Ankara Atatürk Spor Salonu'nda gerçekleştirecekleri “Millet ve Devlet Bekası İçin Güç Birliği” toplantısına milletvekilleri, MYK üyeleri, tüm teşkilatları ve ülküdaşlarının en üst düzeyde katılımı sağlayacağını ve tam bir kucaklaşma içinde bir araya gelmek için bugünden çalışmalara başlayacaklarını ifade etti.
KAYNAK:365.COM
 


Baro’da Feyzioğlu ruhu tarih 08.10.2010, 14:35 (UTC)
 AV. HASAN ÜREL * / Bütün barolardaki anlayışları kucaklamaya çalışan Barolar Birliği bir ideolojik anlayışın yönetimi altına girerse, bölünür, felç olur

Önümüzde baro seçimleri var. Yargının vicdanı olmuş avukatlar için çok önemli bu seçimler. Ankara Barosu için en güçlü aday olarak gösterilen Prof. Dr. Metin Feyzioğlu akademik dünyadan ithal bir aday. 1970’lerin ünlü politikacısı Turhan Feyzioğlu’nun mahdumu. Akşam gazetesine verdiği röportajda kendisi “Dedenizden daha mı soldasınız?” sorusuna, “O çok büyük bir hukukçu ve devlet adamıydı. Ona layık olmaya çalışıyorum” diye cevap veriyor. Bakalım kim dede Feyzioğlu: 1970’lerin ünlü CHP politikacısı. Bilenler biliyor. O günlerde, Ecevit önderliğindeki CHP devlet partisi hüviyetinden çıkarak değişimci ve hatta devrimci bir partiye doğru evrilirken; Feyzioğlu ve ekibi partiye egemen olan 1930 model Kemalizmin devamını savunuyorlardı. Ecevit doğrudan darbeye karşı cephe alırken, onun ekibi askerlerin kurdurduğu hükümetlerde bakan olarak görev aldı. Kendisi de zaten darbe hukümetlerinde bakanlık ve başbakan yardımcılığı yapmıştı.

Dolayısıyla Feyzioğlu darbeci bir zihniyetin o günlerdeki temsilcisi idi. Günümüzde çağdaş ceza hukukunu savunan hiçbir hukukçu idam cezasından yana olamaz, hele siyasi davalarda verilen idam cezaların kendisine hukukçu diyen hiç kimse savunamaz. Ama gene bilenler biliyor, dede Feyzioğlu 1972 Mayıs’ında Meclis’te siyasi idam kararlarını onaylayan cephede yer aldı. Torun Feyzioğlu “Ona layık olmaya çalışıyorum” derken bunu mu itiraf etmek istiyor?

Aslında beynimizde torun Feyzioğlu’nun dedesinin takipçisi olduğu yolunda yeterince ipucu hatta kanaat oluştu.


Bakalım neler yaptı bugüne kadar
Torun Feyzioğlu yeni yeni parlatılıyor. Çok değil beş altı ayı var. Ondan önce Türkiye’de yaşanan onca hukuksuzlukta adını hiç duymadık. Ama ne zaman 367 mucidi Sabih Kanadoğlu’nun ipliği pazara çıkınca bu “yeni genç” öne sürüldü. Neymiş, Türkiye açık faşişt bir düzene doğru evriliyormuş, insanlar geceyarıları evlerden alınıp götürülüyorlarmış, sivil dikta varmış, tutukluluklar cezaya dönüşmüş, usul esastan önemliymiş, Ergenekon davaları siyasi ikitidara muhaliflere gözdağı için oluşturulmuş, yatak odaları dinleniyormuş, olağanüstü yargılama koşulları oluşmuş... Velhasıl Türkiye “sivil bir faşizme hızla doğru yol alıyor”muş...

Biz yıllardır bu işlerle uğraşıyoruz. 12 Eylül 1980 rejiminden sonra ülkede hukuk mukuk kalmadı. Dağıtılmış Meclis, kapatılmış partiler, yüzlerce idam kararı veren sıkıyönetim mahkemeleri, 90 gün süren işkenceli gözaltı süreleri, işkence sonucu ölümler, Doğan Öz, Necdet Bulut gibi aydınları katleden katilleri beraat ettiren Askerî Yargıtay kararları, 141., 142. ve 163. maddelerden mahkûm olup yıllarını hapiste geçiren aydınlar, yazarlar, bilim insanları, Meclis’teki Kürt siyasetçileri onlarca yıl hapse mahkûm eden meşhur DGM’ler, Doğu ve Güneydoğu’da 20 yıl boyunca uygulanan olağanüstü hâl yargılamaları... Faşizm neymiş öğrendik. Bunlar yaşanırken bu “genç ve enerjik”ceza hukukçusundan bir eleştiri duydunuz mu? Hayır. Ama ben o zaman küçüktüm, öğrenciydim diyebilir.


Günümüze gelelim
Cizre’nin Yeşilyurt köylülerine pislik yediren Binbaşı Cafer Tayyar Çağlayan’ın 1994 yılında AİHM’de Türkiye’nin mahkûmiyeti ile sonuçlanan davası,

1990’lı yıllardan sonra bir devlet politakası olarak uygulanan faili meçhul cinayetler, Mahkemenin tahliye ettiği sendikacı, öğretmen, yerel parti yöneticisini kurşuna dizen devlet yetkilileri, art arda çıkarılan pişmanlık yasaları ile yaratılan itirafçıların işlediği cinayetler, “milli güvenlik devleti” anlayışına uygun davranmayan yargıçların lojmanları yakınlarında onları hizaya getirmek için bomba patlatan albaylar,

Hrant Dink’i açık hedef haline getiren Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı,

Güvenlik görevlilerince 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki “terörist” Uğur Kaymaz’ın sanıklarını beraat ettiren Yargıtay kararı, Baskın Oran hakkında “maddi ve manevi olarak satılmıştır”... “şu toprağa küfrederek basanlar var. Hain desen işbirlikçi desen var. Köpek gibi bir kemikle susan var” diyen sanığı beraat ettiren ve “hakaret yoktur, ifade özgürlüğü vardır” diyen Yargıtay 4. Hukuk Dairesi kararı...

Ve bunun gibi daha birçok hukuksuzluğa karşı tek söz ettiğini duyan var mı?

Türkiye aleyhinde görülen 1939 davadan 1679’unda ( %86’sında) ihlâl gören AİHM’in bu kararları sonrası bu akademisyen hukukçunun; “Ey Türk yargıçları kendinize çekidüzen verin” dediğini duydunuz mu? Yoksa O, “Türk hakimi Türk kanunlarını uygular” neslinin yeni mirasçısı mı?

“Devlet söz konusu olduğunda hukuk dinlemem, insan hakları tanımam” diyen yargıçların bu sözleri ne anlama geliyor? Bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkün; bu yargıçlar hangi hukuk fakültesinden mezunlar acaba?

Gelelim Anayasa meselesindeki duruşuna: 12 Eylül vesayet rejiminde yetersiz de olsa bir gedik açan Anayasa değişiklikerinin referanduma götürülme sürecinde bu “atak” hukukçu beklendiği gibi vesayet rejiminin yanında durarak “İşte şimdi sivil diktaya gidiyoruz, kuvvetler ayrılığı öldü; yürütme yargıyı da ele geçiriyor” cephesinde yer aldı, bizim için de sürpriz olmadı. “AKP kendi Anayasası’nı yapıyor, eğer evet çıkarsa yeni Anayasa‘yı unutun” diye bağıranlar daha referandum akşamı “yeni Anayasa için start” verildiğinde ne diyeceklerini şaşırdılar. “Evet”demek gerekir çünkü bu “daha kapsamlı bir anayasa reformu önündeki psikolojik engelleri” ortadan kaldıracak ve 21. yüzyıla uygun, ifade, din ve vicdan hürriyetleri ile vatandaşlık tanımının yeniden yapıldığı bir Anayasa için başlangıç olacaktır diyenler haklı çıktı. Bilmedikleri şu, Anayasa artık bu topluma dar geliyor, Türkiye’de değişimi ve dönüşümü isteyen siyasi partiler değil; bizatihi halkın kendisi. Siyasiler bu değişimin önünde duramadıkları için Anayasa değişşin demek zorunda. Nerden bilsin Metin Feyzioğlu avukatların arasında değil ki halkın arasında olsun...

Velhasılı kelam, “Hayır”cıların ipliği bir haftada pazara çıktı.

Akşam gazetesindeki taze röportajında, adayımız da Anayasa değişişin diyor ama bakın niçin: “İlk değiştirilmesi gereken maddeler referandumda değişen maddeler” olmalıymış. Pes doğrusu. Özü şu: 12 Eylül Anayasası’na dokunmayın! Geçici 15. madde kaldırılmakla iyi olmuş ama artık yasa geriye uygulanamaz, darbeciler yargılanamazmış! Ne denir, gözümüz aydın!

En son 102 üst düzey asker için verilen tutuklama kararlarına karşı bir örnek tahliye dilekçeleri hazırlamak için geceyi Genelkurmay Karargâhı’nda geçirmişliği var. Bakın O’nun için Ergenekon sanığı bir profesör ne diyor “Genelkurmay bu Hıfzı paşalarla, Çubuklu paşalarla savunma yapamaz; Metin Feyzioğlu’nu kendisine müşavir olarak alsın”...


Ecevit’ten Feyzioğlu’na
Ben bunlara yanmıyorum. Olabilir, bu genç profesörümuz kendisini dedesinin günümüzdeki mirasçısı olarak görebilir. Onun Kemalist devletçi dogmasına sahip çıkabilir. Ancak onu üniversiteden alıp avukatların başına layık gören, onun arkasında saf tutmayı hazmeden eski tüfek “solcu”lara üzülüyorum. Dedesi CHP’de Ecevit’in karşısına çıkınca şu anda onun arkasında duran bu baylar, Ecevit’in değişim projesinin en genç ve en ateşli savunucuları idi. Dağa taşa “Halkçı Ecevit” sloganları yazan ve hatta partide onun kadrosunda yer alan insanlardı. “Ak günler”den gelen “aksaçlı”lar listeyi doldurmuşlar. İşte ben buna yanıyorum. Ecevit’ten Feyzioğlu’na hazin bir dönüşüm hikâyesi...

Neymiş? Barolar Birliği’ni “ele geçirecekler”miş. Bu ele geçirilme söylemi “eski solcu”lardan kalmadır. Biz de geçmişte söyledik ama yanlışmış. Hele bugün zamanın ruhu farklı, artık birlikte yaşama, birlikte yönetme zamanı. Bunlar baroları da tanımıyor. Kanunla kurulsa dahi aynı zamanda birer “sivil toplum” kuruluşu olan barolar, üyeliğin zorunlu olması nedeniyle doğal olarak her siyasi görüşten insanı barındırıyor. En basit kuraldır; bu tür örgütler üyeleri arasında dini, dili, ırkı, cinsiyeti ve politik düşüncesinden ötürü ayrım gözetemez. Bu örgüt üyelerini bir arada tutan harç, onların mesleki hak ve çıkar mücadelesidir. Meslek örgütü yönetimine geldiniz diye kendi siyasi görüşünüzü örgüte egemen kılmaya kalkarsanız bu örgüt için yıkım olur. “Feyzioğlu zihniyeti” bu tehlikeyi arttırır. Bakmayın siz avukatların maddi durumlarını düzeltmek için kanun teklifi vereceğim demesine... Bu dışlayıcı zihniyetle bunların da vaat olarak kalacağı aşikâr.

Barolar bu eski alışkanlıktan iyi kötü sıyrılarak son dönemde üyelerine karşı demokratça davranmaya çalışıyorlar. Bu da doğru bir şey; hangi siyasi düşünceden, felsefi inançtan olursa olsun üyelerinin hepsine eşit davranmak meslek örgütünün temel ilkesidir. Aksi davranıp kendi idelojik pozisyonunuzu örgüte ve üyelere empoze etmeye kalkarsanız bunun ağır sonuçları olur. Bütün barolardaki anlayışları kucaklamaya çalışan Barolar Birliği bir ideolojik anlayışın yönetimi altına girerse, barolar bölünür. Savunma felç olur.

Siz kalkıp “darbeci baro” sıfatını silmek için hiçbir çaba göstermeyen İstanbul Barosu ve İzmir Barosu’nun yönetimleri ile Barolar Birliği’ni “ele geçirmeye” kalkarsanız bu vebalin altında kalırsınız. Böyle bir kutuplaşmaya avukatlar izin vermezler, vermemeliler...

Ankara Barosu

hurel52@hotmail.com

KAYNAK:TARAF
 


Kampustaki uzaylı tarih 08.10.2010, 14:33 (UTC)
 V. HÜSEYİN KAYA * / “Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, sıkışma yaratıyor, bakamıyorum”
Altmış yıldır gündemden hiç düşmeyen bir konu oldu “başörtüsü sorunu” ve yine altmış yıldır da “sorun” olarak çözümü beklemekte. Öyle bir sorun ki 550 milletvekili bulunan Meclis’ten 411 kabul oyu çıkması dahi çözümün yolunu açamadı. Bu kez yolu kesen Anayasa Mahkemesi oldu. Hem de tam çözüldü derken. Tam da mutabakat sağlanmışken... Ancak iktidarın unuttuğu ya da unutmak istediği bir faktör vardı ortada; “seçilmişler”... Ülkeyi korku paranoyasına sürükleyen bu zümre ve bu zümreyi temsil eden siyasi partinin başörtüsü hakkındaki görüşü aşağı yukarı şöyleydi; “Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, boğulma hissi geliyor. Emine Hanım’la Hayrünnisa Hanım’ın yan yana fotoğraflarını basıyorlar, bakamıyorum, gözlerimi kaçırıyorum, rahatsız oluyorum, bende ruhsal sıkışma yaratıyor.” (Ayşe Arman’ın Latife Tekin ile yaptığı röportajdan. Hürriyet, 13 Ocak 2008).

İşte karşı tarafın tutumu ve düşüncesi üç aşağı beş yukarı böyle idi, halen de böyle. Sorunun çözüme kavuşması halinde bir güç kaybı yaşayacağını düşünüyorlar. Bu yüzden de “sorun” olarak kalması için ellerinden geleni yapıyorlar. Örneğin adını başörtüsü yerine türban diye değiştiriyorlar. Neden mi? Çünkü daha irticai geliyor kulağa. Türban. Türban. Türban. Ne kadar da korkunç(!) değil mi?

Bunun yanında bir de başörtülülere “uzaydan gelmiş bir yaratık“ ya da “incelenmesi gerekli olan yeni bulunmuş bir tür” gözüyle bakanlar da var. Örnek verecek olursak sosyolog Nazife Şişman’ın başından geçen bir anısını burada zikredebiliriz. “Ben Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde (1979), Sabancı, Koç, Bilkent gibi üniversiteler henüz yoktu. Ve o dönemde Boğaziçi tabiri caizse tek “küçük Amerika”ydı. Ben bu atmosfer ve bu çevre için çok daha dikkat çekici bir farklılığa sahiptim. Boğaziçi Üniversitesi kampusu bir başörtülü öğrenciye ev sahipliği yapacaktı. ... Mesela bir gün güney kampusta elimdeki simitin bir parçasını etrafta gezinen köpeklerden birine atmıştım. Bu davranışımdan çok ümitlenmiş olacak ki köpek arkamdan koşup ön ayaklarıyla üstüme tırmanma girişiminde bulundu. Ben de hemen simiti fırlattım. Biraz tedirgin olmuştum, ama çok da olağanüstü bir olay değildi. Gelin görün ki haber kanalları çok hızlı işlemişti. Ertesi gün ortak dersimiz olan bir arkadaşın “geçmiş olsun” dileklerine muhatap oldum. Halbuki bir önceki gün okulda bile yoktu. Herhangi bir kız ya da erkek öğrencinin başına gelse dikkat bile çekmeyecek bir vakıa, “başörtülü kız”ın arkasından köpek kovalamış diye haber olabiliyordu.” (Nazife Şişman, Başörtüsü, Timaş Yayınları, 2009.) Görüldüğü üzere otuz yıl önce de durum aynıymış. Nazife Şişman’ı “kampustaki uzaylı” yapan zihniyet/zümre Cumhuriyet kurulalı beri var. Var olmaya da devam ediyor “tehlikenin farkında mısınız?” naralarıyla.

Başörtülüyü kabul etmeme ve kamusal alanda ona yaşama hakkı tanımamayı düstur edinmiş durumda “seçilmişler”. Başörtülüyü birey olarak dahi kabul etmeyenler var. Bunların içerisinde romanları yüz binler satan bir yazarımız da var. Hem de bir kadın yazar; Ayşe Kulin. 25-26 Haziran’da Berlin’de gerçekleştirilen ve T.C Kültür Bakanlığı’nın Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı‘nın onur konuğu olması vesilesiyle düzenlediği “Türk Edebiyatı’nda Kültürel Tartışmalar ve Kadın” konulu sempozyumda konuşan Ayşe Kulin şu itiraflarda bulunmuştu; “Kürt kadını, Burjuva kadını, Ermeni kadını vs. Bu tiplerin hepsine yer verdim romanlarımda ama türbanlı kadınları tanımadığım için onların hikâyesini yazmadım. Çevremde hiç yoktular, ailemde de hiç başörtülü olmadı, hem eskiden yoktu böyle, yeni çıktı bu adet, bundandır benim tiplerim arasında olmayışı.”

Dünyanın Hıristiyan ülkelerindeki pek çok yazar, Müslüman ve başörtülü kadınları romanlarında bir karakter olarak ele alabiliyor, işleyebiliyorken; %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşayıp başörtülü kadın profilini kağıda dökemeyen yazara gülesi geliyor insanın. Daha da önemlisi “eskiden yoktu, yeni çıktı bu adet” gibi bir tesbiti “yazar” unvanı taşıyan bir kişi nasıl dile getirebiliyor? Anlamak zor. Bu tesbiti yapan bir yazar ya coğrafyasını düzgün okuyamıyor ya da ön koşullanma ile “tanımama” yolunu daha doğrusu “tanımak istememe” yolunu seçiyor.

Başörtüsünün “adet” olarak kategorize edilmesi de yok saymanın ayrı bir versiyonu. Dindar kesimin dinî inançları gereği kutsallık atfettiği başörtüsünü “adet”e dönüştüren bir diğer kısım “seçilmişler” de aslında başörtülüyü tanımıyor. Velev ki “adet” olsun. “Yeni çıktı bu adet.”cümlesindeki anlatım bozukluğunu her üniversiteye hazırlanan öğrenci rahatlıkla bulabilir. Nedir adet? Sözlük anlamı aynen şöyle “Bir coğrafyada yüzyıllardan beri uygulana gelen görenek, alışkanlık.” Dikkat edecek olursak “yüzyıllardan beri uygulana gelen” diyor sözlük. Yani birkaç yılda oluşmuş değil. Adet olabilmesi için bir alışkanlığın yüz yıllar geçmesi gerekiyor. Dolayısıyla değerli romancımız Ayşe Kulin’in “yeni çıktı bu adet” cümlesi üniversite seçme sınavlarındaki “anlatım bozukluğu” sorularına güzel bir örnek olarak soruları hazırlayan kurula göz kırpıyor.

Sonuç yerine şunları söyleyebiliriz. Tabanda başörtüsü sorunu diye bir sorun yoktur. Sorun üstlerde, zimamı elinde bulunduranların beyninde kaynıyor. Bir nevi taht kavgası gibi... Kampusta başörtülü ve başı açık kol kola geziyor. Hatta aynı evi paylaşanlar bile var. Yani başı açık öğrenci artık başörtülü arkadaşını “kampustaki uzaylı” olarak görmüyor. Bu görüş açısına sahip olanlar şu anda sadece “seçilmişler” zümresidir. Bu zümreye rica ediyorum, ne olur siz de “kampustaki uzaylı”ya yaşama hakkı tanıyın.

Temrin Edebiyat Dergisi Genel

Yayın Yönetmeni

v.huseyinkaya@gmail.com

KAYNAK:TARAF
 

<- Geri  1  2  3  4 Devam -> 
 
  Bugün 6 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı! ozdemir-fm.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol